Medal of Honor (2010)
Steven Spielberg’in yönetmenliğini yaptığı Saving Private Ryan (Er Ryan’ı Kurtarmak) filmini bilmeyeniniz yoktur. 1998 yılında sinemalarda gösterildiğinde olay yaratmış, özellikle de filmin başındaki D-Day sahnesi ile sinema tarihine adını kazımıştı. Hepimizin oldukça etkilendiği bu savaş sahnesini 2002 yılında monitörlerimize taşıyan Medal of Honor ismindeki oyun ile, aynen filmde olduğu gibi, Omaha Beach üzerinde yaşanan o kanlı savaş sahnesini yeniden yaşamıştık. Öyle bir oyundu ki, resmen koltuklarımıza çivilenmiştik. Baştan sona sürekli filme gönderme yaparak ilerleyen ilk Medal of Honor, bizlere İkinci Dünya Savaşı atmosferini çok iyi yansıttı ve hemen benzer oyunlar piyasaya sürümeye başladı. Hatta yıllardır kıyas içerisinde olduğu Call of Duty de, Medal of Honor’ın piyasayı kasıp kavurmasının ardından çıkagelmiş, ikili arasında büyük bir mücadele ortaya çıkmıştı.
Yıllar boyunca hem Call of Duty hem de Medal of Honor tarafında seri halinde birçok oyun piyasaya sürüldü. İnişli çıkışlı grafik izleyen Medal of Honor serisi, ilk çıkış yaptığı dönemdeki başarısını şu günlerde mumla arıyor. Öyle ki, son olarak piyasaya çıkan Airborne bölümü ile dibe vurduğunu söyleyenler bile oldu. Bana göre vasatı aşan bir oyundu, ama rakibi Call of Duty çıtayı çok yükseğe çıkarınca artık esamesi okunmamaya başladı.
Tüm bu olumsuz taboyu ortadan kaldırmak adına EA Los Angeles yapımcıları, Medal of Honor serisini hak ettiği yere getirmek için her şeye yeniden başlamaya karar verdi. Yeni bir ekip, kendini tamamiyle yeni nesil Medal of Honor’ı yaratmak için ofise kapattı. Tıpkı oyundaki karakterler gibi saçları sakallarına karışan ekip, yeni nesil Medal of Honor’ı iddialı biçimde piyasaya sürdü. Peki bu kadar çaba karşılığını buldu mu?..
Ben bu sahneyi bir yerden hatırlıyorum
Yeni nesil Medal of Honor, günümüz FPS’lerinde karşımıza çıkan tüm klişeleri içinde barındırıyor. İşin kötüsü tüm bu klişeler, oyunun en iyi yanı olarak yansıtılmaya çalışılıyor. Araç içinde hareket ederken, işlerin ters gitmesi ve hemen akabinde yaşanan pusuya düşme sahneleri ile oyunlara başlamaya artık alıştık. Eskiden bu tip sahneler etkileyici gelir, bizi havaya sokardı. Ancak şimdilerde hangi oyun araç içinde başlasa anlıyoruz ki, bir şeyler ters gidecek ve araçtan inip hayatımızı kurtarma çabası içine gireceğiz.
Oyunumuza dönecek olursak, yeni nesil Medal of Honor yüksek tempoda, sürekli çatışmaların yaşadığı, su katılmamış bir FPS oyunu. Serinin önceki yapımlarının aksine bu sefer modern arenada savaş veriyoruz. Amerikanın gizli bir takımının üyesi olarak, Afganistan’da terörist avı içerisinde buluyoruz kendimizi. Aslında hikayenin gidişatına bakarsak, her şey çok güzel başlıyor. Tempo yüksek, düşmanlar her yerde. Tam bir gerilla savaşı. Yani maceranın etkileyici olmaması için hiçbir sebep yok. Gelgelelim biraz ilerleyince, bir şeylerin eksik olduğunu hissediyorsunuz. Aynen rakibi gibi modern silahlara, modern savaş arenalarına sahip, ama yine de çatışmalarda bir ruh eksikliği var. Sanki lunaparklarda kurulan poligonlara ateş ediyormuşuz gibi bir his hakim.
Çizgimi çekerim, yolumu çizerim
Bir FPS için bunu söylemekten hep nefret etmişimdir, ama ne yazık ki, Medal of Honor fazlasıyla çizgisel bir oyun. Maceranın her anında takım arkadaşlarımızla birlikte ilerliyoruz. Daha doğru bir ifadeyle, onları izliyoruz. Takım arkadaşlarımız bir yerde konuşlanırsa, anlıyoruz ki, düşman geliyor ve siper almamız lazım. Zaten oyunun büyük bir kısmı pusuya düşüp, savunma yapmaktan geçiyor. Ben hayatımda bu kadar sık pusuya düşen bir askeri takım görmedim. En gizli görevlerde bile nasıl oluyorsa hep pusuya düşüyor, canımızı son anda kurtarıyoruz. Hayat felsefesi savaşmak olan bu askerler, TSK’nın kısa süreli asker eğitimlerinde bile öğrettiği “Pusuya Karşı Gelme Teknikleri”nden bihaber sanırım. Vadinin orta yerinden gidersen, tabii ki çapraz ateşe alırlar adamı.
Bahsettiğim bu pusuya düşme durumunun tempoyu hayli yükseltiyor. Bu bir artı mı, yoksa eksi mi, bunun kararını kendiniz verebilirsiniz, ama bana sanki sadece aksiyon yaratabilmek için üretilmiş bir çare gibi geldi. Aksiyon artmasına artıyor, ama bizim yapmamız gereken sürekli siper arkasından düşman avlamak. Kimi zaman siperler arasında geçiş yapmamız ve dürbünle bombardıman yapılacak yerleri belirlememiz gerekiyor. Aksi halde düşmanlar hiç bitmiyor. Yani yerinizde sabit durur, şu düşmanlarının kökünü kazıyayım derseniz, ne kadar kazırsanız kazıyın, mağaralardan terörist çıkmaya devam ediyor.
Sırıkla atlama, koşarak atla
Çizgiselliği ön plana çıkaran bir diğer sorun da, takip ettiğimiz takım arkadaşlarımızın kimi zaman bizim erişemeyeceğimiz yerlerden geçmesinde meydana geliyor. Haritanın her yerinde görünmez duvarlar olduğu için, kimi yerlerde diz boyundaki bir kayaya çıkamıyoruz. Üstelik takım arkadaşımız orayı bir çırpıda geçiyor ve biz de arkadaşımızın yanına gitmek için etraftan dolaşmak zorunda kalıyoruz. İşin ilginç yanı, ilerleyen bölümlerde, diz mesafesinden atlayamayan kahramanımız, yeri geldiğinde boyunu aşan engellere bana mısın demiyor.
Tüm bu anlattığım öğeler, oyunun A noktasında B noktasına sağ salim gitmek üzerine kurulu olduğunu ispatlıyor herhalde. Yapımcılar bize demiş ki, “Benim istediğim yoldan git, benim istediğim siperin arkasında dur, ben de senin karşına rakipleri dizeyim, vur Allah vur...”
Sürekli düşman vurduğumuz için mermimiz de azalıyor haliyle. Böyle bir durum olunca hemen takım arkadaşlarımızın yanına gidiyoruz. Onlardan mermi isteyebiliyoruz. Fakat bunu yapabilmemiz için mermimizin bitmesi gerekli. Aksi halde, “Elindekilerle idare et dostum” gibi bir cevapla karşılaşabiliyoruz.
Maceranın büyük kısmında siper arkasından düşman avlıyor olsak da, kimi zaman kapı kırıp, binalara baskın yaptığımız da oluyor. Genelde hep tek katlı binalara ve mağaralara giriyoruz. Bu yüzden, üst kata çıkıp kontrol etme gibi bir derdimiz yok. Kimi kapıları kırarken ağır çekime geçip düşman avladığımız da oluyor. Bu sahneler sinematik bir görüntü oluşturuyor. Ancak oyunun en güzel anlarının tamamı önceden yazılmış script’lerden oluştuğu için heyecan seviyesi düşüyor. Tam çok ilginç bir olay olacakken kontrol bizden gidiyor ve izlemeye başlıyoruz. Küçük bir çatışma veya patlama ardından bilin bakalım ne oluyor? Yine pusuya düşmüşüz! Bu da canımız pahasına savunma yapma zamanının geldiğini belirtiyor.
Elindekinin kıymetini bil
Silah çeşitliliği bol olsa da, genellikle elimizde olanları kullandığımızda daha başarılı oluyoruz. Mermi sorununu da yanımızdaki arkadaşalarımız sayesinde çözdüğümüz için silah değiştirmenin pek bir gereği yok. Zaten teröristlerle çatıştığımız için, düşmanların silahları da çok ilgi çekici değil.
Görevlerin çeşitliliği arttırabilmek için ATV ve helikopter kullanmamıza imkan tanımışlar, ama hemen heyecanlanmayın. Açıkçası ben heyecanlanmıştım, ama oynayınca heyecanımı kaybettiğim için söylüyorum, hayalkırıklığı yaşarsınız. ATV, sadece bir yerden başka bir yere gitmek için kullanılıyor. Üzerindeyken ateş edemiyoruz. Önümüzdeki takım arkadaşımızı takip ediyor, bir noktada duruyor, tüm düşmanları öldürüp, bir sonraki noktaya kadar sürüyoruz.
Helikopter kullanımı ise tam bir facia. Bu bölümde tek yapmamız gereken aşağıdaki düşmanlara ateş etmek ve füze yollamak. Helikopter zaten kendi kendine gidiyor, bizim kontrol etmek için hiçbir etkimiz yok. Sadece ateş ediyoruz. “Eğer helikopteri kullanamayacaksam, pilot koltuğunda ne işim var?” diye kendi kendime sorup durdum.
Veli Göçer iş başında
Biraz da teknik açıdan bahsedelim. Tek kişilik oyun motoru, Unreal Engine 3’ün epeyce elden geçirilmiş hali olarak karşımıza çıkıyor. Modern Warfare’e benzeyebilmek için çabaladıklarından, kendilerine has bir yapı yakalayamamışlar. Animasyon konusunda çok başarılı oldukları söylenemez. Patlama efekleri ise komik denecek seviyede. Koskoca bir bombayı patlatsak bile sanki çatapat patlatıyormuşuz gibi etki yaratıyor. Binalar ve bazı siperler yıkılabiliyor. Bu da stratejilerimizi etkiliyor haliyle. Çoğu zaman yer değiştirmek zorunda kalıyoruz, ama yıkılan veya daha doğrusu yok olan objeler çok da gerçekçi durmuyor.
Şöyle bir örnekle yıkılan binaların nasıl gözüktüğünü açıklayayım: İçinde ağır makineli silah olan bir kulübeyle karşılaştığınızı varsayalım. Dürbününüzle işaretlediniz ve bombardıman yapılması için talimat verdiniz. Uçaklar geliyor, bombalar düşüyor ve bam, o taştan kulübeden eser kalmamış. Ne etrafa bir şeyler fırlıyor ne de yerde moloz yığınları kalıyor. Cesetler zaten buhar olup uçtuğu gibi moloz adına da hiçbir şey kalmayınca gerçeçilik bir anda yok oluyor.
Bu durum, tek katlı bir binayı savunduğumuz bölümde de karşımıza çıkıyor. Dört bir yandan düşman saldırısı altındayız ve içinde bulunduğumuz binanın duvarları yoğun mermi yağmuru yüzünden yavaş yavaş dökülüyor. Birkaç dakika sonra binadan geriye sadece bir iki tane taş yığını kalıyor. Peki o koca evi oluşturan moloz yığını nereye gitti? Normalde molozların altında kalmamız lazım... Gerçekçi yapalım derken gerçeklikten epey uzaklaşmışlar.
Harita tasarımlarının beklentimin çok altında kaldıklarını söyleyebilirim. Hem bölümler küçük hem de ilginç hiçbir öğe içermiyor. Sanki daha evvel orada bulunmuşsunuz gibi, kolayca yolunuzu buluyorsunuz. Zaten oyun çizgisel olduğu için kaybolmak imkansız. İnsan biraz özgürlük ve geniş harita istiyor. Medal of Honor bana, bundan 10 sene evvel oynan FPS’leri anımsattı. Dört bir yanı görünmez duvarla çevrili haritalarda dolaşır, şikayet etmezdik. Şimdilerde ise özgürlüğümüze kavuştuğumuz oyunlar karşımıza çıkınca Medal of Honor sönük kaldı. İncelemesini yaptığım ama siteye yayımlamadığım Halo oyunu ile kıyas yaparsam, bölümlerin boyutları ve özgürlüğü konusunda Medal of Honor’ın çok çok geride kaldığını söylemeliyim.
Kulaklarım iyi duyar vesselam
Yeni nesil Medal of Honor’ın en başarılı olduğu konu kesinlikle sesleri. Seslendirmeler çok başarılı yapılmış, telsiz konuşmaları da gayet etkileyici. Patlama sesleri, kulağınızın yanından geçen merminin vızıltısı, bağırışmalar, kısacası ses konusunda her şey üst düzeyde. Ancak ses konsunda kafama takılan bir şey var, o da 1 km uzağa ateş edebildiğimiz dürbünlü tüfek ile vurduğumuz düşmanın kafasının patlama sesini duyabiliyor oluşumuz. 1 km ötedeki o sesi duyabilmemiz biraz saçma olmuş. Ses konusunda beni en çok etkileyen bir konu ise telsiz konuşmaları oldu. Seslendirmeler iyi olduğu için konuşmalar da insanı gaza getiriyor, ama telsizde konuştuğunuz bir takım arkadaşınızın yanına giderseniz, hem telsizden hem de gerçek sesini aynı anda duyabiliyorsunuz. Bu daha evvel hiçbir oyunda karşılaşmadığım bir ayrıntıydı. Müzikler konusunda da ortalamayı geçen Medal of Honor’ın özellikle savunulması zor ve tehlikeli noktalarda çalan melodileri insanı havaya sokmayı çok iyi başarıyor.
Biraz da yapay zekadan bahsetmek isterdim, ama ne yazık ki zeka pırıltısı ile pek karşılaşmadığım için açıklayacak bir şey de bulamıyorum. İki tip düşman görüyoruz: Siper arkasından ateş eden ve sabit duran ağır makineli tüfek ile mermi kusan düşman. Başka sipere geçmek veya stratejilerini değiştirmek gibi bir dertleri yok. Hepsi hayatından bezmiş, “Ölsem de kurtulsam” der gibi, olduğu yerden ateş edip duruyor. Böyle olunca hepsini keklik gibi avlıyoruz. Yanımızdaki takım arkadaşlarımız da teröristlerle fazla haşır neşir olmaktan onların zeka seviyesine inmiş. Siperde bekleyip duruyorlar. Ne zaman ki ileri doğru bir hamle yapıyoruz, ancak o zaman hareket ediyorlar.
Çoklu oyuncudan ne haber?
Tek kişilik oyun ile çoklu oyun kısmını farklı ekipler hazırladığı için çoklu oyun modlarına girdiğimizde her şey baştan aşağı değişiyor. Grafiklerinden tutun, karakterinizin hareketlerine kadar her şey, farklı. Tamamiyle çoklu oyuncu modlarının, hızına ve akıcılığına uygun olarak tasarlanan çoklu oyuncu oyun motorunun, senaryo modundan daha iyi olduğunu söyleyebilirim. En azından amaca iyi hizmet ediyor.
Afganlar ve Amerikan güçlerinin bulunduğu iki taraftan birini seçebildiğimiz çoklu oyuncu modlarında üç farklı sınıf bulunuyor: Rifleman, Special Ops ve Sniper. Bölümler genellikle, yıkık dökük barakalar ve sığınaklardan oluşuyor. Bölümlerde sıcağı ve kuraklığı adeta hissediyorsunuz. Çoklu oyuncu modlarında takım oyunu çok ön plana çıkıyor. Yine incelediğim ama yayımlamadığım Bad Company 2 ile kıyaslayacak olursak, daha hızlı ve akıcı olduğunu söyleyebiliriz. Aynen Modern Warfare 2’de olduğu gibi her isabetli atışımızın ardından deneyim puanı kazanıyoruz ve bunu kendimizi geliştirmek için kullanıyoruz. Çoklu oyuncu modları senaryoya oranla daha fazla vakit harcayacağınız, hatta oyundan daha fazla zevk almanızı sağlayacak özelliklerle bezenmiş.
Toparlayacak olursak, yeni nesil Medal of Honor, yüksek beklenti içine girdiğim, ama oynadıktan sonra büyük hayal kırıklığı yaşadığım bir oyun oldu. Beta testinde umutlandığımız ve yapımcı ekibe de çok güvendiğimiz için beklentilerimizi yüksek tutmuştuk, ancak gördük ki, o kadar da umutlanmaya gerek yokmuş. Medal of Honor, o ilk piyasaya sürüldüğündeki atmosferinden ve havasından epey uzakta. Rakibi Call of Duty’nin yakaladığı başarıya yaklaşabilmek için, ona benzemeye çalışmış ve ne yazık ki, temasının dışına çıktığı için başarı elde edememiş. Çoklu oyuncu modları daha uzun süre oyalayacak olsa da yaklaşık dört saatte biten senaryo modu yüzünden oyunun tadı damağınızda kalacağını da unutmayın.